Söyleşi: Kadir Aydemir
Metin Celâl’in romanı Gitmek Zamanı, Gendaş Yayınları’ndan Mart 2003’de çıktı. Yazarla ‘roman’ ve ‘gitmek’ kavramları arasında kısa bir gezinti yaptık.
-‘Gitmek’ çok çağrışımlı bir sözcük. ‘Gitmek’ ne demek ve bu melankolik yolculuğun nerede biteceği -‘Gitmek Zamanı’ndaki gibi- belirsiz mi sizin için?
Gitmek arzusu, içinde birçok başka duyguyu da barındırıyor. Bir kere ayrılık var. Sevdiklerinizi ardınızda bırakıp gidiyorsunuz. Ve tabii terk etmek… Bu hem kişileri; dostları, arkadaşları, akrabaları terk etmek, hem de evinizi, sokağınızı, kentinizi ve yurdunuzu… Giderken yanınıza alamayacağınız her şey geride bıraktıklarınız oluyor.
Bu romanda “gitmek”, insanın kendini tüm varlığıyla terk edip yeni bir yerde, yeni bir insan olarak, yepyeni yaşam şartları ve ilişkilerle yeniden doğması demek. İnsanoğlu kendi benliğinden gelen mutsuzluğu, bunalımı bulunduğu yerden giderek, kaçarak çözeceğini sanıyor. Sorunun çözümünün kendi içinde değil de dışarıda olduğunu sanıyor. Gitmeye alışmış bir insan sorunlarını çözemediği müddetçe sürekli kaçacak, yer değiştirecek, yeniden ve yeniden hayatını kurmaya çalışacaktır. Çünkü kendiyle yüzleşmekten korkmaktadır.
-‘Gitmek Zamanı’ndaki karakter, sizce neyi arıyor kitap boyunca -bunu çok merak ettim-, kendi kaderini mi, düşlediği sevgililerini mi, yoksa kaybettiği zamanı mı? Yersiz yurtsuzluğunun ve hayata tutunamayışının sebebi nedir?..
Bireyin temel sorunlarından biri kendinden hoşnutsuzluğu olsa gerek. Hemen hiçbirimiz kendimizden memnun değiliz. Bu en azından düşünen ve sorgulayan insan için geçerli. Tabii kendimizi sorgularken sorunun içimizden değil de dışarıdan geldiğini düşünüyoruz çoğunlukla. Mekânın ve ona bağlı olarak ilişkilerin değişmesinin bizi ferahlatacağını düşünüyoruz. O nedenle de gitmek istiyoruz. Bulunduğumuz yeri terk edip yeni bir yerde, yeni ilişkiler ve insanlarla varolursak sorunlarımızı çözeceğimize inanıyoruz. Bence, romandaki karakter huzur ve güven peşinde. Kendiyle barışıp, mutlu olabileceği bir yeri arıyor. Bu da doğal olarak kaçışı gerektiriyor.
-Engin, kitap boyunca monologlar şeklinde düşünmekte. Sürekli kafasında bazı soru işaretleri var, kendini, insanları sorguluyor, geçmişi fazlaca anımsıyor ve ayrıntıları kaçırmıyor…
Gitmek Zamanı’nın kahramanı, birçoklarımız gibi düşünen ve sorgulayan biri. İnsan yalnız kaldığında bu sorular, sorgulamalar doğal olarak daha da yoğunlaşıyor. Hele, yeni bir ülkede, yeni bir hayata başladığını göz önüne alırsak, hayatını, ilişkilerini ve geçmişi sorgulaması çok normal. Kitabın bir yerinde, kahramanlardan biri, “Sürgün hatırlamaktır,” diyordu. Sanıyorum, kahramanımızın sürgünde olması, hatıralarının üzerinde daha da yoğunlaşmasına neden oluyor. Bir yol ayrımında ve geride bıraktıklarıyla hesaplaşıp onları tamamen tarihe gömmek gibi bir tavrı var sanıyorum.
-“Kıyıda bir banka oturmuş, denize, karşı kıyıya bakmıştım. Kendimi özgür ve mutlu hissetmiştim. Ren’in gri suyuna bakarken de benzer bir durumda olduğumu düşündüm. Yine kaçmıştım. Aradaki ayrım mavi ile grinin farkı kadar belirgindi. O gün ne denli umutluysam, bugün de o kadar umutsuzdum.” Romanınızın 25. sayfasında yakaladım bu cümleleri. Belki de kitabın özetini, ne dersiniz? Neden umutsuzluk yaşanıyor sürekli? Ayrıca, umutsuzluğun kendi romanınız dışında, üretilen güncel eserlerde de yaygınca işlenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gitmek, kaçmak arzusunun sonuçlandığı bir noktada orada, o nehir kıyısında bankta oturuyor Engin. Bildiğiniz gibi umut etmek her zaman umut edilene ulaşıldıktan sonra yaşananlardan daha iç açıcı bir şey. Günlerce, belki aylarca “gitmeliyim, kaçmalıyım buralardan” diye düşündükten sonra, kaçmış, amacına ulaşmıştır. Ama, gerçeğin soğuk yüzü esas o zaman ortaya çıkmıştır. Kaçmayı düşünmüştür, ama kaçtıktan, gittikten sonra neler olacağını, neler yaşayacağını, başına neler geleceğini enine boyuna tartmamıştır. Hedef önemlidir, hedefe ulaştığında tüm sorunların çözümleneceğine inanmıştır. Bir anlamda gitmek, ulaşmak istediği yer bir “düşülke”dir. Tabii, oraya varınca gerçeklerin hiç de düşlediği gibi olmadığını görür. Ülkemiz kendi vatandaşları için hiç de iç açıcı bir yer değil. Yaşama koşullarına bakmak bile yeterli. Bir ömrü “bir şeyler değişecek, sonunda mutlu olacağız” duygusuyla yaşamış ve hiçbir şeyin olumlu yönde değişmediğini, aksine kötüye gittiğini yaşamışsanız umutsuzluğa kapılmanız normal diye düşünüyorum. Bu anlamda, insanların yaşadıkları bu duyguların eserlere yansıması kaçınılmaz. Sonuçta eser hayatın aynasıdır. Tabii onu nasıl yansıtır, ayrı bir tartışma konusu.
-“Romanda yüzde yüz gerçeklik aramak çok yanlış. Bana göre bir roman, sadece romandır. Benim yazdığım romanın da bu şekilde değerlendirilmesini istiyorum,” demiştiniz, ilk romanınız ‘Ne Güzel Çocuklardık Biz’den sonra sizinle yapılan bir söyleşide. Aynı soruyu sorsak, aynı cevabı mı alırız? Yüzde yüz gerçekliğin kurmaca bir eserden zayıf ve güçlü olan yönleri nelerdir sizce?
Bence, anılar, biyografiler bile yüzde yüz gerçekliği yansıtamaz. Onlar ancak belleklerde kalanlardan ibarettir. “Yüzde yüz gerçek” diye bir şeyin olabileceğine inanmıyorum. Gerçek kişiden kişiye, konumdan konuma ve tabii zamana göre çok değişkendir. Bugün çok önemli ve çarpıcı olan, altı çizilmesi gereken bir olgu yarın sıradan ve anlatılmaya değmez bir hal alabilir. Roman bir sanat eseri olarak, bence, öncelikle estetik özellikler taşımalı. Kendi içinde özgün olmalı. “Yaşadığım şeyleri anlatmalı, gerçekleri göstermeli, insanlara iletmeliyim” duygusuyla yapılan çalışmalarda ister istemez sanatın arka planda kalacağına inanıyorum. O bakış açısında roman yazmak, tüm diğer sanat dallarında olduğu gibi amaç değil, araç olur. Sonuçta ortaya çıkan da bir sanat eseri olmaz. Romanın bir edebiyat dalı olarak belli kuralları var. Kurmaca, öykü, anlatım, dil gibi unsurları göz ardı edemezsiniz. Anıda, biyografide kurguya yer yoktur, çünkü gerçekler vardır. Onların tam ve doğru olarak yansıtılması önemlidir.
Ben romanın hem kurmacayı hem de gerçekliği içerdiğine inanıyorum. İnandırıcı olduğu oranda okuyucu indinde gerçektir de. “Bunlar gerçek hayatta yok!” diye bir cümle doğrusu çok komiğime gidiyor. Bence doğru cümle, “Hiç de inandırıcı değil,” olmalı. Bire bir gerçekliğin romana yansıması kural olsaydı ne fantastik roman olurdu, ne bilim kurgu, hatta ne de polisiye… Eh, o zaman da okuduklarımız kuru belgesellerden öteye geçmezdi.
-‘Gitmek Zamanı’ dediniz, ilk romanınız ‘Ne Güzel Çocuklardık Biz’den sonra. Bu yeni romanla birlikte, “Şiirden bir kopuş yaşamaya başlıyor Metin Celâl,” diyebilir mi insanlar, derlerse buna vereceğiniz cevap nasıl olur?
Şiir her zaman, ilk ve en önemli uğraşım oldu. Lise yıllarından beri şiir düşünüp şiir yaşamadığım anlar çok azdır. Romanı, bu şiir uğraşım içinde, soluklanma zamanı olarak değerlendirebiliriz sanırım. Roman yazarken de şiirden kopmuyorum. Roman yazmamın en önemli nedenlerinden biri şiir dışında ifade alanları aramak olsa gerek… Şiir, bildiğiniz gibi az sözle çok şey ifade etme sanatıdır. İmgelerle yazıldığı için de okuyucunun yaşadığı çağrışımlara olabildiğince açıktır. Bunun yanında şiir, yazan ve okuyan açısından sıkı bir disiplin. Bazı konuları şiir dışında ifade etmenin beni rahatlatacağını düşündüm belki de… Roman, şiire göre farklı olanaklar getiriyor, diğer yandan da anlam oldukça belirli ve sınırlı. Kurgusal bir sanat eseri. Oysa şiir kurguyu kaldırmaz, doğasına aykırıdır. Kurmak, onu geliştirmek farklı bir duygu yaratıyor.
-Artık Metin Celâl’e ‘romancı’ denmesinin zamanı geldi mi sizce? Şairler roman sanatına garip bir ilgi duyuyorlar, değil mi?
Şairler, sanatçılar arasında, sanıyorum denemeye en açık kesim. Denemek, aramak, yenilikler bulmak şiirin özünde olan şeyler. Şiir, bu haliyle türler arası, metinler arası ilişkilere de açıktır. Şiire tür olarak yakın olan edebiyat dalları, sanıyorum, öykü ve denemedir. Roman onlara göre çok daha farklı. Şairlerin romana ilgi duymasının nedeni de sanıyorum romanın bu kendine has farklı yapısı. Şairin her zamanki yazma disiplinine ters, bu haliyle çekici geliyor olabilir. Benim romancılığıma gelince, kendi kendime herhangi bir yafta yapıştırmak istemem. Gerçek anlamıyla bir roman yazmayı başarabilmişsem buna okuyucu ve eleştirmenler karar verecektir, ben değil.
Gitmek Zamanı, Metin Celâl, Roman, Mart 2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder