KAYIP MEKTUP MONOLOĞU / Kadir Aydemir*
Yıllarca bir zarfın içinde uyumak nedir bilir misin?
Peki ya postada kaybolan bir mektuba hapsolmak?..
Kuruyan mürekkebi acıyla hissetmek gittikçe buruşan bedeninde.
Aşkla yazılan her satırı ezberlemek, ezberlemek, ezberlemek… günün doğuşu ve ayın her gece umarsızca batışı gibi ezberlemek her şeyi. Hoş, onlar da bilmez ya neyi neden yaptıklarını…
El yazısının her harfinde, mürekkebin dağıldığı her yerde bir anlam aramak… boşuna mı?..
Ah, yolunu yitiren bir mektubum ben; ulaşamadım sevdiğimin ellerine… Onun gözleriyle okunmadı tüm yazdıklarım. Uzaklara bakarak sabırsızca beklediği mektup hiçbir zaman geçmedi demek ki eline. Oysa bir odaya kapanıp yaşlı gözlerle ona olan sevdamı anlatmıştım. “Sevgilim, “ demiştim, çok severdim ona sevgilim demeyi, “biliyorum savaştasın, ama bu bizim savaşımız değil.” “Yanına gelmek isterdim, sihirli bir değnek bulsam ondan tek isteğim bu olurdu.” Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve yazıyordum ne garip… Yazdıkça açılıyordu içim. Yağmur yağmaya başlamıştı. Dışarıdaki tavukların ve atların sesi kesilmişti. Mektubumu bitirdiğimde kırmızı büyük pulu göğe kaldırmış, yağmura karşı narince tutmuş, düşen damlacıklarla ıslanan pulu zarfın üstüne özenle yapıştırmıştım. Yoksa onlar gözyaşlarım mıydı?.. Hiçbir şey net değil artık…
Bakmayın böyle kirli ve solgun olduğuma. Ne var, neden gülüyorsunuz? Siz de bir gün yaşlanacaksınız elbet. Bu dünyada diri kalmak kuşlara ve denizin sonsuz balıklarına verilmiş bir hediye.
Eskiden ben de genç ve alımlı bir kadındım… Ne zaman kasabada bir dükkânın önünden geçsem içimi titreten o ıslıkları duyardım. Gözbebeklerim büyür, tenim ürperirdi. Yüzüm her şeyden saklanmış şu daldaki elma gibi pürüzsüz ve gergindi. Aynalarla konuşurdum. Yoktu böyle derin çizgilerim, kör bir dilenci gibi fark etmezdim mevsimlerin nasıl hızla gelip geçtiğini… Artık ne önemi var ki bunların. Oturup her gün sayfalarca mektuplar yazardım. Hayaller kurup çiçek toplar, gülümseyerek gezerdim kırlarda, çünkü o bir gün bana geri dönecekti… söz vermişti trene binerken… dönecekti… emindim… sözüne hep sadık bir erkekti…
“Ah sevgilim, neredesin…
Bu mektup eline geçtiğinde…
Fotoğrafımı yolluyorum…
Seni çok…
Her gece uyurken seni…
Ah yeryüzü düşüm benim…
Özle…dim…
Öpüşlerini… hissediyorum…
Cevabını bekli…yo…rum…
Hemen…
Bana yaz… mutlaka yaz…
seni seviyorum…”
Hayal meyal anımsıyorum. Üzerinden yıllar geçmiş bu mektubun içine saklanalı. Düşlerle dolu kâğıtlara hapsetmiştim ruhumu. Tek isteğim cephedeki sevgilime bir an önce varmasıydı yazdıklarımın. Postada kaybolan mektuplar vardır. Kimin, ne zaman, kime, neden yolladığı unutulur onların. Tozlu raflarda bekler, sahibine bir türlü ulaşamazlar. Mektubu yazan da ölüdür artık, alacak olan da. İçinde neler olduğunu kimse bilmez. Ama bu sefer, yani bir seferliğine ben kazanmıştım… Ona ulaşmanın en iyi yolu buydu; mektup zarfının içine girip sevdiğim adamın yanına dek gitmek ve ona kocaman bir sürpriz yapmak.
İmkânsız mı dedi biri?
Hah!
Neden imkânsız olsun ki? Bu bence Ay’a gitmekten daha kolay. Üzümden şarap yapmaktan da daha kolay. Ne sandınız?.. Tek endişem vardı… O da gerçek oldu. Doğru yerde ve doğru zamanda orada olamadım… Yıl 1900’leri geçmişti… Neredeydim… Ben kimdim… Adım neydi… Her şey öyle karanlık ki. Hem, sayfalarca mektup yazan, bir mektuba dönüşür derler…
Adın neydi senin… ey sevgili, adın neydi… bu yüzyılda neden uyandım…
Ama, her şeye rağmen doğan şu güneş, aydınlatıyor yüreğimi… İyi ki yazmışım. İyi ki varsın…
* “Sonsuz Unutuş” adlı öykü kitabındandır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder