14 Ocak 2024

Öykü - Van Gogh, Yok

 

Van Gogh, Yok

Kadir Aydemir

 

Cam kapıyı iteliyor yavaşça. Eski moda siyah gözlüklerinin arkasında nereye baktığı belli olmuyor. Elinde her zamanki gibi iç içe geçmiş birkaç poşet var. Poşetlerin içinde ne olduğunu bilmiyorum, ama burnuma kötü kokular geliyor. Bu yaşlı adam haftanın belirli günlerinde düzenli olarak uğruyor çalıştığım kitapçı dükkânına.

Suratına bakınca korkuyorum, fazla ilgi göstermemeye çabalıyorum sürekli. Takma dişlerini dilini bir çengel gibi kullanarak dudaklarının önüne kadar getiriyor bazen, “Tıkk” diye iğrenç bir ses çıkarıyor ağzından. Tiki var herhalde. Bu sesi duyunca midem bulanıyor.

Üstü başı uzaktan düzgün ve temiz gözükse de, yanına yaklaştığınızda ceketinin ve pantolonunun kirden parladığını fark ediyorsunuz. Ne zamandır yıkanmıyorlar, belli. Zengin müşterilerimizin yüzü allak bullak oluyor o içeri girince. Komik bir durum yaşanıyor. Adamın umurunda değil hiçbir şey. Kareli, kumaş bir ceket, aynı kumaştan yapılmış bir de pantolon. Gömleğin yakaları kirden eprimiş, ama ilginçtir, kravat hâlâ düzgün bir şekilde bağlı. Adamın iyice zayıflamış vücudunu ortaya seriyor tüm bu giysiler.

Adını bile bilmiyorum. Yüzüne bakıp gençliğinde nasıl bir tip olabileceğini hayal etmeye çalışıyorum bazen. Ama olmuyor. Sanki geçmişten gelen, uzun yıllar sandalyesinde uyuyakalıp da uyanmış bir insan…

Beni deli ediyor bu adam.

Buraya her gelişinde, mahsus yaparmış gibi aynı soruyu yineliyor:

“Van Gogh’un resimleri var mı?..”

“Maalesef, yok,” diyorum.

Sıkıldığımı belli ediyorum ardından.

“Üzgünüm…”

Söylediklerim bir kulağından girip diğerinden çıkıyor.

Hayır cevabını aldıktan sonra etrafa bir göz gezdiriyor. Bacaklarını bir yengeç gibi yan yan kaydırıp yeni çıkan kitapların kapaklarını inceliyor, sonra sallana sallana geri dönüyor, dükkândan çıkıp sokaktaki hengâmeye karışıyor. Evi acaba ne haldedir, bir evi varsa tabii. Çalışma arkadaşım Serdar bana bakıp kıs kıs gülüyor.

“Seninki yine ne istiyordu?”

“Hiç. Bir kitap sordu yine. Aynı ressamı.”

“Bulsa alacak sanki, dünyanın parasına satılıyor aradığı tarz kitaplar.”

“Haklısın…” Düşünüyorum…

“Züğürt bir tip ya, ayağında ayakkabı yok, Van Gogh resimlerini arıyor… allah allah…”

“Bilemem…”

“Bu seninki…” diyecekti ki Serdar, lafını yarıda kestim.

“Hadi be oradan. Nerden benimki oluyormuş, baş belasının teki işte.”

Serdar eğleniyor ben böyle sinirle cevap verdikçe. İyi, maskara da olduk.

Böyle takıntılı müşteriler hep beni bulur bu dükkânda; tinerciler, alkolik tipler, hırsız yaşlı kadınlar… hepsinden bıktım.

“Ne yapayım yani, kovayım mı adamı? Hem, ya önemli bir kişiyse? Biz böyle alay ediyoruz ama…” dedim Serdar’a.

“Tamam, tamam,” diye cevap verdi, “keyfine bak sen.”

Ama dudaklarında güçlü bir kahkaha saklanıyor, görüyorum.

Bu olay haftada bir iki kez tekrarlanıyor. Diğer müşterilerin şaşkın bakışları altında süren bir rezillik hali.

Haftalar sonra bir gün o adamı şaşırtmak istedim.

 

Üst katta pencerenin kenarında oturmuş dışarıyı izliyordum. ‘Beyoğlu’nun en işlek sokağı burası olmalı,’ diye düşünüyordum içimden. Güzel bir kız geçti. Bir midyeci elindeki tablayla kaçtı. Kadının teki bozuk parasını yere düşürdü. İnsanlara fark ettirmeden onları izlemek güzel bir duygu. Uzakta yaşlı bir adam vardı. Yakınlarda bir okul dağılmıştı, seslerden belliydi, birazdan sokak ana baba günü olacaktı.

Hıphızlı yürüyen gençler ona çarpmamak için dikkat ediyorlardı. Geliyordu yine… Kendisini iyi fark ettim doğrusu. Üst kattan aşağı indim bir koşu. Elini cam kapının tutacağına uzattı. Cam kapı ağırdı, ilk önce açamadı. Geri geri gitti. Sonra, daha önce içeri nasıl girdiği aklına geldi ve omzuyla iteledi koca camı. İçerdeydi şimdi. Bir tiyatro oyunundaymışız gibi ezberlediği otomatik sözleri söyleyecekti yüzüme bakıp, ama beklenen cevabı değiştirdim o an içimden. Senaryoyu tersine çevirecektim böylece.

“Van Gogh’un resimleri var mı?” diye sordu. Ben de bu anı bekliyordum. Kaçıncı kez tekrarladı bu sözleri, beni bir başkası sanıp, sayamadım.

“Maalesef yok,” dedim.

Bir süre durdu, düşündü.

“Ama isterseniz bir üst kata bakın…” dedim birden.

Elindeki poşeti sıktı. Naylonlar şıkırdadı. Adamın gözleri daha da açıldı.

“Orada, İngilizce kitap bölümümüzde bir iki kitap bulabilirsiniz belki…”

Şaşırmıştı. Beklenmedik bir cevaptı benimkisi.

“Sağ ol…”

Demir parmaklıklara tutunarak bir üst kata çıkmaya başladı. Bir adım atıyor, bekliyor, sonra zorlanarak bir adım daha atıyordu. Ağrıları vardı belki, belki de bir bacağı takmaydı. Kötü bir şey mi yapmıştım?

‘Kalbi olmasın? Ya ameliyatlıysa?.. Bana ne ya… İnsanlar için üzülmek zorunda mıyım?.. Ne halleri varsa görsünler!’

“Sağ ol…”

Ağzı bir yorgan ipliğiyle dikiliymiş gibi mırıldanmıştı. “Neden Van Gogh’u soruyordu sürekli?” bunu bir türlü öğrenemedim. Yavaşça çıktı merdivenleri, o kötü kokuları da peşinde bıraktı.

“İğrenç…” (Ben.)

“Evet, iğrenç…” (Serdar.)

Burnumu tıkadım. Gözden yittiğinde bir oh çekip işime devam ettim.

Binlerce kitabın arasındaydım. Kitapların kapakları bana doğru dönüktü ve orada kâğıttan bir gökkuşağının içindeymişim duygusuna kapılırdım sürekli. “Cennet bir kütüphane olmalı,” demişti bir zamanlar Borges. Ben o cennetin içinde bir kâğıt faresiydim.

Yaşlı adamın aşağı indiğini görmedim. Belki arkam dönükken çıkıp gitmiştir dükkândan. Sonraları çok düşündüm onu, ama hakkında hiçbir şey bilmediğim birisi için ne yazabilirdim ki hatıra defterime? Birkaç tahminim var. Bunlardan biri onun bir deli olduğu; bir diğeriyse o yaşlı adamın aslında bir kadına sırılsıklam âşık olduğuydu. Bunu Serdar’a söylemedim, alay konusu olmak istemezdim.

Kafamda kurduğum şey tam olarak şuydu: Sevgilisi ölünce delirmişti bu adam. Yıllar önce, bizim şu an çalıştığımız bu dükkânın yerinde başka bir mekân vardı. Bu adam da tam burada, bana Van Gogh resimlerini sorduğu alanda bir kadınla tanışmıştı. Onu görür görmez âşık olmuştu. Bizim kitapçının olduğu yerde her ne varsa, onun duvarında asılı olan Van Gogh resmi… Evet, ona bakarken tanışmışlardı. Adam resme bakarken kadın ortadan yok olmuştu. Kadın bir resmin içindeydi belki de… ve adam o resmi arıyordu yıllardır.

Bu anlattıklarımın üzerinden çok zaman geçti. Adam, o günden sonra bir daha hiç uğramadı dükkâna. Ne iş arkadaşım Serdar ne de bir başkası, benim dışımda hiç kimse anımsamıyor o garip, gizemli müşteriyi.

 

***

Kadir Aydemir’in 2007′de Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan “Aşksız Gölgeler” adlı öykü kitabından alıntıdır. Her hakkı saklıdır, yazarından izin almadan, kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz, yayımlanamaz.

Hiç yorum yok: