Doktor uyuşan bölgeye doğru baktı, gözlerini ve elini göremiyor, ne yaptığını ya da ne yapacağını tahmin edemiyordum. “Sinek ısırığı gibi,” dedi, “şimdi,” dedi, derin bir nefes aldım. Vücudumun bir kısmı uyuşmuştu. Hissetmiyordum. İki taşı birbirine sürter gibi, hiç duymadığım sesler geliyordu etimden. Bir tavuğu bıçakla parçalarken yaptıklarım geldi aklıma. Şimdi de bir doktor beni kesiyordu. Küçük, kısa bir operasyon. Midem bulanmaya başlamıştı. Burundan nefes alıp ağızdan vermek işe yaramıyordu. “Başka şeyler düşün, hadi.” Olmuyor. Hiç halim yok. Gözümün önünde, yatay uzanmışken, tek görebildiğim bir askı, bir serum şişesi ve acil yardım düğmeleri. Buraya gelene dek neler yaşadım, şu an burada ne yapıyorum. Her şey bulanıktı. Bir anda bir sedyede buldum kendimi, ne garip. Başım dönüyordu, halsizdim, duvardan tutunarak, arabalara sürtünerek, içim kalkarak buraya kadar gelmiştim. Aslında öksürük ve halsizlik yüzünden hastanedeydim. Doktorun donuk bakışları ve ruhsuz birkaç soruya cevap verdikten sonra bir diğer doktorla görüşmek için sıraya girdim. Cerrahla tanıştık ve ilk sözü “Alalım bu parçayı,” oldu. Her şey bir anda yaşandı. Neşter, dört dikiş, hafif bir pansuman. Buraya kadar yaşananlar hızla gelişti. Gözlerim kararmaya başlıyordu, ne düşündüğümü hayal meyal hatırlıyorum… Ne düşündüğümü düşündüğümü bilmiyorum.
Hastaneye gitmeden, evden çıkmadan, kapıyı örtmeden, yatağa uzandığım ana gittim. Üşüme duygusuyla sarındığım eski battaniye dile gelse de anlatsa o köhne yatakta yaşadıklarımı. Baş ucumda, yazdığım tüm kitaplar. Onlara bakmayı ve onlarla konuşmayı seviyorum. Bir güvenlik duygusuyla yüklüyor ruhumu. Her neyse… Uyumaya çalışıp uyuyamamanın verdiği iç sıkıntı düşen vücut ısımla birleşiyordu. Tarifsiz bir kasvetti bu. Karanlıkta görebilen biriyim neyse ki. Gözlerim ortam ışığına alışınca üst üste bir ceset gibi dizilen kitapların ve biçimsiz aynanın farkına vardım. Dudaklarım kuruyordu. Sola doğru döndüm. Sonra sağ. Kalbimin atışı, o ses kulaklarımdaydı. Ter kokan yastığımı ters çevirdim. Uyku ülkesine adım atmak üzereydim. Bir dakika, bir terslik vardı… Yarım saat olmuştu fakat uykuya dalamıyordum. Evde yapayalnızdım, başımı kaldırdım, belki de uyumuştum. Uyumuş ve o bilinmez evrende yürüyor muydum, yoksa hâlâ bu dünyanın saçma bir gerçekliği miydim. İnanılmaz bir ağrı vardı vücudumda, yatağım bir çöle dönüşmüştü adeta. Yılanların kayarak ilerlediği bir sarı yol. Taşlar. Dikenler. Kumun sıcaklığı, ter tanecikleri, eklemlerimin ağrısı… Ve işte o an, sola doğru kıvrılıp battaniyeyi bacaklarımın arasına bir sarmaşık gibi sıkıştırdığımda olan oldu. Bir şey saymaya başladım. Kadınlar vardı. Kare kare siyah taşlarla dolu bir yolda ve bir kısmı var olmayan şekillerde, bilinen tüm şekillerin dışında, bir geçiş yaptım. İsmini saydığım insanlar ve eşya hareketlenmeye başlamıştı. Sağa doğru yanladım, elim duvarın ısısını hissetmişti. Soğuk güzeldi. Soğukluk küçük bir işaretti hayata dair. Topladığım her şeyi avuçlarımda, ki avuçlarım bir ova kadar genişti, diğer tarafta uyuyan kendime sundum. Biraz daha sakin ve huzurlu bir uyku içindi her şey. Başaramamıştım. Rüyanın içinde saklanan bir rüyanın içinde saklanan rüyaya esir olmuştum. Kalkamıyordum. Gücüm yoktu. Tatlı bir hayal için neler vermezdim… Sadece saf bir uyku ve bu balçıktan beni çıkartacak bir şey arıyordum. Yoktu. Beşer dakika aralarla yaklaşık yüz kere, belki de daha fazla, içine hapsolduğum hayalden benzer başka bir hayale geçiş yaptım. Çıkış yoktu. Ölmek, dedim içimden, böyle bir şey olmalı. Sabah oldu. Ölmedim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder