Kadir Aydemir
Deniz otobüsünün hareket saatine onlarca dakika vardı. Bu sıcak havada en iyisi biraz dolaşmalıydım. Bir ağaç gölgesi bulup geçen gemileri izler, böylece dinlenmiş olurdum. Seyyar satıcının birinden biraz fındık aldım, fındık kabuklarını birbirine bastırarak kırıp içlerini yemeye başladım. İlerde gözüme kestirdiğim yerdeki tüm ağaç altları kapılmıştı; sevgililer birbirlerini öpüyorlar, yaşlı teyzeler torunlarına bir şeyler anlatıyorlardı. Bulduğum küçük bir gölgeliğe yaklaştım. Gazetemi açıp altıma serdim. Hava çok sıcaktı. Yaklaşık on metre ötemde, güneşin altında oturmuş genç bir kadın denize bakıyordu. İskele babası gibi hareketsiz, öylece duruyordu. Gözlerim kısa bir süre ona takıldı, daha sonra yanıma gelip oturan bir ailenin sesleri ilgimi tamamen dağıttı.
Genç bir anne ve baba. Kötü giyimliler. Fakir oldukları her hallerinden belli. Yanlarında iki de çocuk var. Eren’i önce fark etmemiştim; dikkatle bakmamıştım ona. Eren’in kardeşi olan küçük sarışın çocuk çok hareketliydi. Sürekli babasının sırtına çıkıyor, bazen denize koşarmış gibi yapıp anne ve babasını korkutuyordu. Eren’in sağ kolu tamamen sarılıydı ve sürekli ağlıyordu. Ben onlar geldiğinde bir yandan fındık yiyor, bir yandan da hızla bir şeyler düşünüyordum. Aklımdan geçenler birbirini asla tutmuyordu. Birisi karşıma çıkıp neler düşündüğümü sorsa, yüzüne boş boş bakıp, hatırlamam imkânsız derdim. Sıcak bir yel esip yüzümü yaladıktan sonra, artık sıkıntı vermeye başlayan ağlama sesine döndüm. Ses kulaklarımdan içeri girip tüm vücudumu sarsıyordu. Hafifçe gülümseyip,
“Adın ne senin?” diye sordum çocuğa.
Hiç oralı olmadı. Çektiği acı ona her şeyi unutturuyordu belki de, kim bilir. Ben de anne ve babasından cevap beklermişçesine yüzlerine baktım. Bir baykuş gibi yere tünemiş olan zayıf baba cevap verdi:
“Adı Eren, abisi…”
Suratı güneşten kapkara olmuş genç bir adamdı. Uzun zamandır işsiz gezinen insanlara benzer bir hali vardı. Üzerindeki eski giysileriyle bütünleşmiş, zayıf bedeni pantolonuna adeta yapışmıştı.
“Nesi var? Kolu mu kırıldı yoksa?”
“Ameliyatlı,” dedi babası. İçimden bir buz kütlesi koptu o an.
“Bisikletten falan mı düştü?”
“Hayır, elini makineye kaptırdı. Bir marangoza çırak olarak vermiştik. Na şu üç parmağı gitti…” Bana, çocuğun elinin ne hale geldiğini tarif etmek için sağ elinin üç parmağını eğdi. Çocuğun eline baktım. Dirseğinden parmak uçlarına kadar gazlı bezle sarılı olan yeri inceledim. Böyle bir son beklemiyordum. Babası, kolunu yeniden bana doğru uzatıp başparmağı ve işaret parmağıyla yeni bir şekil yaptı.
“Ama doktorlara sordum. En azından şu hareketi yapabilecekmiş”
Bir gölge oyununda oynuyormuş ve beyazperdede bir hayvan silueti çıkartacakmışçasına kendi eline baktı. Serçe parmağını ve diğer iki parmağını gizlemişti. Yaptığı acı hareket beni birkaç saniyeliğine de olsa başka bir dünyaya götürmüştü.
“Kaç yaşında çocuk?” diye sordum.
“Dokuz!”
“Küçük değil mi yaşı? Marangozhaneler bu yaşta bir çocuk için çok tehlikeli…”
Eren, yaşından ufak gösteren kumral bir çocuktu. Dudaklarını birkaç saniye arayla acıyla büzüyor, gözyaşları taze çimlere bir bir düşüyordu. Ben onun en fazla yedi yaşında olabileceğini tahmin etmiştim. Halbuki dokuz yaşındaymış… Para kazanacakmış…
Ben Eren’in babasıyla konuşurken, çocukların annesi dalıp gitmişti… Oldukça bakımsızdı, ama genç ve güzel bir kadındı. Bu uzun boylu kadını görseniz, sanki çocuğu sakatlanmamış da, evlerinin önünde besledikleri güvercinlerden biri yaralanmış zannederdiniz. Acı uyuşturmuştu kadının yüzünü. Garip, korku dolu bir gülümseme takılıp kalmıştı…
“Ben de çalıştım abi küçükken marangozhanelerde. Yapmadığımız iş kalmadı, inan. Ustalarım gittiğinde hiç merak etmezdim makinelerin içinde ne var diye, elimi uzatmazdım böyle… Biz de çocuktuk…” dedi.
Eren’e biraz fındık verdim. “Al,” dedim, “taze fındık, yersin.” Almadı, annesinin eteğine sarıldı. Çocuk acı çekiyordu. Parmaklarının kesik yerleri ağrımaya, kendini hissettirmeye başlamıştı…
“Canı sıkılıyor, ondan böyle,” dedi annesi. Böylece ilk defa konuşmuştu benimle. Konuşmadığı zaman da bakışlarıyla bir şeyler anlatıyordu zaten.
Eren’in sarılı kolundan parmaklara, aşağıya indikçe bir iz çıkıyordu ortaya. Sanki parmakları hâlâ oradaydı. Görünmez bir boşluk olduğunu kim tahmin edebilirdi ki? Ömrü boyunca eksikliğini hissedeceği ve yaşam çizgisini tamamen değiştirecek üç kanlı boşluk. Orada.
“Kader, abi,” dedi babası. Sigarasını daha derine çekti. Umutsuzca gözlerime bakıyordu.
“Alnında ne yazılıysa o oldu. Elden ne gelir…”
Dişlerimi sıktım bir an için. Canım yanmıştı hiç tanımadığım bir insan için. Yeni bir öykü yazabilmek niyetiyle sürekli kitap okuyor, küçük notlar alıyor, çevremde gelişen olayları aklımda tutmaya çalışıyordum o günlerde. Bir şeyler yazamamanın verdiği sıkıntı beynimi kemiriyordu. Ne garip ki aradığımız öyküler aslında yaşadığımız evde, işyerimizde, otobüs kuyruklarındaki sıkıcı konuşmalarda ve her yerde saklanıyordu.
“İyi günler abi,” dedi Eren’in babası. İncecik bacaklarının üstünde dikeldi.
“Çok geçmiş olsun,” dedim, aklıma başka hiçbir şey gelmemişti.
Eren inleyip sızlıyordu hâlâ. Küçük kardeşi her şeyden habersiz, neşeyle gülüyor, koşup zıplıyordu. Annesi onu kucağına aldı. Eren de peşlerinden, onu bekleyen kaderine doğru yürümeye başlamıştı. Benden uzaklaşıyorlardı…
Fındık kabuklarını sıradan bir taşın üzerinde biriktiriyordum. İştahım kesilmişti. Bir iki tanesi çürük çıkmıştı fındıkların. Kömür gibiydi içleri. Kabukları çöpe atmak için avuçladığımda, çürük fındıkların üzerinde yavaşça ilerleyen ve iki noktacıktan oluşan gözleriyle beyaz vücudunu bana doğru kaldıran o kurtçukla göz göze gelmiştim.
***
Kadir Aydemir’in 2007’de Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan “Aşksız Gölgeler” adlı öykü kitabından alıntıdır. Her hakkı saklıdır, yazarından izin almadan, kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz, yayımlanamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder